RUS MODERNLEŞMESİ
(Kaynak: Rus Dış Politikasında Batı Karşıtlığının Düşünsel ve Tarihsel Gelişimi -The Intellectual And Historical Development Of Anti-Westernism In Russian Foreing Policy -Sezgin Kaya*, Gazi Akademik Bakış Dergisi, Cilt 4-Sayı 4, Kış 2010)
Batı-dışı toplumlar açısından modernleşmek demek, kalkınmış olmak yani üretim kapasitesi geniş bir toplum haline gelmek demektir. Bu türden toplumların büyük ölçüde Batı dünyasında yer alması nedeniyle, Batı-dışı toplumlar açısından modernleşme nihayetinde Batılılaşma anlamına gelmektedir. Bu durum, tarihsel açıdan bakıldığında Rusya için de geçerlidir. Tarihsel süreç içerisinde Rusya’nın daima bir Batılılaşma ve dolayısıyla kendini Avrupa’ya benzetme çabası içerisinde olduğu görülür. Rus yöneticileri, uzun yıllar boyunca özellikle Batı Avrupa’nın etkisi altında kalarak ülkelerini sosyal, ekonomik ve teknolojik yönlerden modernize etmeye çalışmışlardır. Modernleşme süreci, kimlik ve kültüre ilişkin tartışmalarının da ana eksenini oluşturmaktadır. Bu nedenle, söz konusu süreci anlamaksızın, Rusya’nın dış politik tercihlerinin tam olarak anlaşılabilmesinin mümkün olmayacağı söylenebilir. Aslında modernleşme, tıpkı diğer geç modernleşen toplumlarda olduğu gibi, Rusya açısından uzun, sancılı ve çelişkilerle dolu bir süreç olmuştur. Bu doğrultudaki ilk adımlar ise I. Aleksi (1645-1676) döneminde atılmıştır. Batıya açılma arzusu taşıyan Çar, 1649 yılında çıkardığı yasa ile dağınık bir görünüm arz eden Rus hukuk sistemini düzenlemeye çalışmıştır. Modernleşme doğrultusundaki en önemli girişimler ise Büyük Petro (1682–1725) döneminde gerçekleştirilecektir. Rus modernleşmesinin sembol ismi olan Çar, iktidarı bütünüyle ele geçirdiği 1694’de kendisine iki önemli hedef belirlemişti. Bunlardan ilki imparatorluğun kudretini sağlamak, ikincisi ise Avrupa’ya açılmaktı. Üstelik Petro, özellikle ikinci hedefi uğruna hem halkı, hem de Kilise’yi karşısına alacak kadar kararlı bir tutum sergileyecekti. Soylu sınıfların imtiyazlarından başlayarak, ordu ve bürokrasiye değin birçok alanda reformlar gerçekleştiren Çar, Boyarlar Meclisi ve Zemski Sobor gibi geçmişe ait kurumları da ortadan kaldırarak, onların yerine Devlet Senatosu’nu kurmuş ve böylelikle devleti, bir bakıma Avrupa’dakilere benzetmek istemiştir. Petro reformları ile ülke, özellikle askerî ve teknik alanlarda olabildiğince hızlı ve etkili bir gelişme göstermiştir. Ancak hemen belirtelim ki, bu dönemde yalnızca Aydınlanmanın kısa vadede sağlayacağı faydalar üzerinde durulmuştur. II. Katherina (1762-1796) döneminde ise bu sürecin yol açabileceği toplumsal ve ahlakî etkiler ile ileride sağlayabileceği faydaların kıyaslanmaya başlandığı görülür. Bu nedenle tarihçilerin, Rusya’da özel anlamıyla Aydınlanmanın II. Katherina döneminde başladığını düşündükleri görülür.Ülkesini anayasaya dayalı bir sistem ile yönetmeyi amaçlayan Katherina döneminde, Rusya’da yeni bir toplumun ana hatlarının oluşmaya başladığı, entelijensiya denilen yeni bir sınıfın ortaya çıktığı, özel mülkiyet ve liberalizm gibi kavramların Rus elitlerinin zihninde yer edinmeye başladığı görülmektedir. Ancak kaydedilen tüm bu ilerlemeler, aslında yukarıdan dayatılarak gerçekleştirilmiştir ve dolayısıyla ilgili dönem, aydın despotizminin önemli örnekle rinden birini oluşturmaktadır.Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu durum yalnızca II. Katherina dönemine özgü bir şey değildir. Modernleşme, Rusya’da zaten hep yukarıdan dayatılan ve şiddet yoluyla gerçekleştirilen, dolayısıyla bünyesinde derin çelişkiler barındıran bir süreç olmuştur.Romanov hanedanının gerçekleştirdiği reformlar açısından dikkat çeken bir başka üyesi de II. Aleksander (1855–1881)’dır. Çar, bir devletin ancak ve ancak içeride sağlanacak gelişmeler ile güçlenebileceğine inanmaktaydı. Kırım Savaşı’nın ona zorla öğrettiği bu dersten hareketle Aleksander, ülkesinde bir dizi reform girişiminde bulunacaktır. Çar’ın ilk önemli icraatı ise 1861 yılında serfliği kaldırmak olmuştur. Bunu, başta hukuk olmak üzere diğer alanlarda gerçekleştirilen reformlar izlemiştir. Gerçekleştirilen tüm bu reformlar, aslında Rusya’nın Batılı ülkeler karşısındaki geri kalmışlığına bağlı ‘eziklik’ duygusunu aşmasına da yardımcı olmaktaydı. Dolayısıyla Çar, bu reformlarla aslında bir bakıma ülkesinin ‘geri kalmışlığını’ gideriyor ve onu modern bir hale getirmiş oluyordu. Ancak iki önemli nedenden ötürü, gerçekleştirilen tüm bu reformlar istenilen etkiyi yaratamamıştır. Bunlardan ilki, reformların bütünüyle hükümdarın kişisel iradesine dayanıyor oluşu, ikincisi ise halkın eğitim düzeyinin düşüklüğüdür. Dolayısıyla halk, kendi yararına olsa dâhi, gerçekleştirilen reformlara karşı kendini hep yabancı hissedecektir.Bu durum, reformların taşıyıcısı olan elitler ile halk arasında da önemli bir kopmaya neden olacaktır. Bu kopukluk, aslında Rus modernleşmesinin en temel sorunlarından biridir. Çünkü Petro’dan beri gerçekleştirilen tüm reformlar, ağırlıklı olarak ülkenin seçkin sınıflarını etkilemiş ve dolayısıyla onların davranışları ile zihniyetleri üzerinde bazı sonuçlar yaratmıştı. Bunun bir yansıması olarak modernleşme, halk tarafından hep elitlerin taşıyıcılığını yaptığı dış etkiler biçiminde algılanacaktır. Rus halkı, elitlerinin Batı’ya açılmasına neden olan ve atalarından kalan tüm geleneklerin reddedilmesini teşvik eden gelişmeleri genelde tepkiyle karşılayacak ve bu durumu kendi köklerine bir ihanet olarak görecektir. Halkın yatay kültürü ile devletin dikey ya da yüksek kültürü arasındaki bu ayrışmanın bir neticesi olarak, Rus seçkinleri toplumun geri kalanına kapalı, dar bir çerçeve içerisinde kalmışlardır. Oysa yatay kültür, Rusya’da insan faaliyetlerinin neredeyse tüm alanlarına girmiş, onlara yön vermiş ve toplumsal birlikteliği kendi çevresinde sağlamaya çalışmıştır. Devletin ise bu iki kesim arasındaki farkı kapamaya yönelik sonuç getirici herhangi bir girişimi olmamıştır. Kitlelerin sessiz hoşnutsuzluğu ise özellikle iktidardan uzak tutulan Kilisetarafından cesaretlendirilecektir. Görüldüğü üzere, Rusya’da modernleşme bütünüyle iktidarın inisiyatifine bağlı olarak gelişen ve halka yeterince ulaşamamış, dolayısıyla ondan destek görememiş bir süreçtir. Koyré bu durumu, “Rusya’da hükümet halktan da, toplumdan da, ulustan da daha aydındı” biçiminde özetlemektedir. Çünkü bu ülkedeki her türlü ‘uygarlaştırıcı’ etkinlik ve ileriye dönük hamle, büyük ölçüde hükümetlerden gelmiştir. Bu durum, zaten sorunlu olan devlet ile halk arasındaki ilişkilere yeni bir boyut kazandıracak, elitler ile halk arasındaki kopukluğa bir de devlet ile halk arasındaki kopukluk eklenecektir. Bu kopukluk aslında Petro’nun reformlarıyla başlamıştı. Çar’ın Devleti modernize etmeyi amaçlayan tüm çabalarına rağmen eski Moskova geleneğinin varlığını ülkenin başka bölgelerinde sürdürmeyi başardığı görülür. Öyle ki, Saint Petersburgve Moskova yaşayan insanlar ile Rusya’nın diğer bölgelerindeki insanların karşısında duran devlet, sanki aynı değildir. Bu iki başkent ile bazı önemli şehirlerindeki insanlar Avrupa’dakilere benzeyen bir devlet ile muhatap olurlarken, diğer bölgelerdeki insanlar hala Moskova geleneğini yaşamaktaydı.Pugaçev (1773–1775) örneğinde olduğu gibi, kimi zaman kendisini ayaklanmalar biçiminde gösteren devlet ile halk arasındaki kopukluk, Rus entelijensiyası arasında da bu durumu sorunsallaştıran çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Özellikle II. Aleksander dönemde Rus entelijensiyasının farklı bir görünüm kazandığı görülür. Bu dönemde, Petro döneminin aksine, artık iktidar ile seçkinler arasındaki birliktelik de son bulacaktır. Bunu, II. Katherina ve I. Nikolay’ın soyluları zayıflatarak eğitim yoluyla yeni seçkinler yaratmayı amaçlayan politikalarının bir sonucu olarak görmek de mümkündür. Bu politikalarla birlikte, ülkede soylular dışında yeni seçkinler ortaya çıkmış ve bunun bir neticesi olarak, seçkinler ile iktidar arasındaki geleneksel bağ kopmuştur. Yeni seçkinlerin genelde iktidardan ve politikadan uzak durduğu, politika ile ilgilenseler bile devlete ve hükümete muhalefeti, politika ile özdeşleştirdikleri görülür. Bu durum, entelijensiya olarak adlandırılan yeni seçkinlerin gelişmesiyle birlikte daha da ciddileşecektir. Farklı kesimlerden ve fikirlerden oluşan entelijensiyanın yerleşik sistem karşısında bir bakıma ret cephesi hâlini aldığı görülür. Dahası, entelijensiya zamanla bir fikir kümeleşmesi olmanın da ötesine geçecek; farklı ortamlara yayılıp, daha da radikalleşen bir ideolojik topluluk hâline dönüşecektir. Bunun bir yansıması olarak iktidar, artık yalnızca daha önceden olduğu gibi toplumdan tecrit edilmiş olarak kalmıyor, aynı zamanda toplumla arasında köprü işlevi görmesi gereken bu kültür dünyasından da soyutlanmış oluyordu.Böylelikle, halkın elitlerle ve devletle olan ilişkilerindeki kopukluğa bir de devlet ile elitler arasındaki kopuş ekleniyordu. Devlet ile ilişkisi bozulan ve giderek daha da radikalleşen entelijensiyanın en azından bir bölümü, ülkenin içinde bulunduğu durumdan halka zorla dayatıldığını ileri sürdükleri modernleşmeyi sorumlu tutmaya başlamıştır. Aslında bu, modernleşmenin toplumlar ve özellikle de geç modernleşen toplumlar üzerinde yaratmış olduğu sarsıcı etkilerin doğal bir sonucudur. İlgili toplum bünyesinde o döneme değin varlığını sürdürmüş olan kültürel kalıplar ve kurumlar üzerinde yıkıcı etkiler yaratan bir süreç olarak modernleşme, doğal olarak çeşitli kültürel tepkileri de beraberinde getirebilmektedir.Modernleşme ve dolayısıyla Batılılaşmaya karşı duyulan hoşnutsuzluktan kaynaklanan bu tepkiler, neredeyse tüm Batı-dışı toplumlarda görülmektedir. Zira modernleşme bu toplumlarda daha ziyade bir aktarım şeklinde olmakta ve ontolojik değil, epistemolojik bir temelde inşa edilmektedir. Modernleşmeye verilebilecek en temel ideolojik tepkiler ise onu bir kurtarıcı olarak gören yaklaşım ile ne pahasına olursa olsun karşı konulması gereken insanlık dışı bir baskı aracı olarak gören anlayıştır.Bunlardan ilkini modernleşmeci ya da Batıcı, ikincisini ise modernleşme karşıtı ya da gelenekçi görüşler biçiminde ifade etmek mümkündür. Modernleşme karşıtı görüşler geleneksel sembollerin bir anlamda yeniden onaylanıp, sunulması yoluna gitmektedirler. Modernleşme karşıtı ideolojilerin aşırı uçları, gelenekler açısından kutsal ve insanlık açısından değerli olan her şey için çarpışır ve modernleşmeye bu nedenle itiraz ederler.Batı-dışı toplumlarda görülen bu yerlici nitelikteki tepkilerin bir bölümü, kendilerini Batı ile hesaplaşma biçiminde sunmakta ya da bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü “modernizm ve onun kültürel coğrafyasını deyimleyen Batı ile hesaplaşmak, yerliciliği biçimlendiren esaslı bir âmildir”. Yerlici hareketlerin entelektüelleşmiş biçimi olan yerlici kültüralizm ise alt düzey ve basit bir yerlicilikten farklı olarak, üst kültürün dil ve bağlamı ile ilintilidir. Dolayısıyla yerlici kültüralizm ile yerlici hareketler arasında çoğu zaman bir uyum yerine, gerilim söz konusu olabilmektedir. Her zaman mevcut otoriteye karşı bir muhalefet şeklinde ortaya çıkmasa bile, Rusya örneğinde yerlici kültüralizmn muhalif bir hâl almıştır. Rus yerlici kültüralizmi; geçmişi, gelenekleri ve mistik bir havaya sokulmuş olan kültürü ön plana çıkaran eleştirel bir bakış açısına sahiptir.Modernleşmeye karşı verilen tepkilerin en güçlüsü ise şüphesiz ki milliyetçiliktir. Her ne kadar millet ve millî devlet düşüncesinden doğan milliyetçilik, gerçekte Batı yaratısı bir şey olsa da özellikle Üçüncü Dünya’da milliyetçilik, Batı karşıtı bir ideoloji hâline dönüşmüştür. Bu haliyle milliyetçilik, bünyesinde sürekli bir şekilde modernleşme karşıtı güçleri barındıran bir ideoloji durumundadır.Bu nedenle çalışmada, öncelikle Rus milliyetçiliğinin ele alınması uygun görülmüştür. Daha sonra, çağdaş Rus düşüncesinin gelişimi ve Batı karşıtlığı fikrinin oluşumu incelenecektir. Çalışmanın son kısmı ise içinde Batı karşıtlığı fikrinin önemli bir yer tuttuğu ideolojilere ayrılmıştır. Bu çerçevede ele alınacak ideolojileri, Rus dış politikasını da etkilemiş olan Slavofilizm, Avrasyacılık ve Marksizm biçiminde sıralamak mümkündür.
*Dr., Uludağ Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, e-mail: [email protected]