RUSYA ve BATICILIK
Kaynak: Rus Dış Politikasında Batı Karşıtlığının Düşünsel ve Tarihsel Gelişimi -The Intellectual And Historical Development Of Anti-Westernism In Russian Foreing Policy -Sezgin Kaya*, Gazi Akademik Bakış Dergisi, Cilt 4-Sayı 4, Kış 2010
Çağdaş Rus Düşüncesinin Gelişimi ve Batıcılık
Wehrschutz’un deyişiyle, Rusya’yı anaları gibi seven Slavofiller ile çocukları gibi seven Batıcılar arasındaki bu çekişme, çağdaş Rus düşüncesini şekillendirmiştir.Bu iki düşünce arasındaki ayrışma, 1840’lı yılların ortalarından itibaren daha da netleşecektir. Lavrin, bu ayrışmayı Büyük Petro’nun reformlarının ardından kaçınılmaz bir hâl alan Rus bilincindeki dikotominin ya da derin kırılmanın bir yansıması olarak görmektedir. Ona göre Rusya, tıpkı Janus gibi, hep iki yüze sahip olmuştur. Bunlardan biri Batı’ya bakarken, diğeri Batı’ya olduğu kadar olmasa bile Doğu’ya ve daha ziyade kendi ulusal ve kültürel karakterine bakmaktadır. Rusya’nın Batı’ya bakan yüzünü temsil eden Batıcılar, burayı ait olunması gereken bir dünya olarak görmektedirler. Bu nedenle, kimlik ve kültüre ilişkin tartışmalarda muhafazakârların karşısında yer alırlar ve genel anlamda ilerlemecidirler. Batıcılara göre Rusya tarihî, kültürü, coğrafyası ve ennografyası itibarıyla Asyalı olmaktan ziyade Avrupalıdır. Rusya’nın modernleşme sürecini de destekleyen Batıcılara göre, Büyük Petro reformları bu ülkeye gerçek medeniyetin kapılarını açmıştır. Ülkelerinin çağdaşlaşmasında Batı etkisinin yaratmış olduğu olumlu etkiler üzerinde duran Batıcılar, Avrupa’yı bir ‘öğretmen’ ve ‘eğitici’ olarak görmektedirler.Dolayısıyla onlara göre Rusya’nın kurtuluşu, Batı uygarlığının eksiksiz bir şekilde, tüm düşünce ve kurumlarıyla benimsenmesinden geçmektedir. Buradaki amaç, ulusal kurumların yerine Batılı olanların geçici olarak ikame edilmesi değil, Rus halkını Avrupa evrensel kültürünün fikirleriyle eğiterek, Rus ulusal gelişimini saygı görebileceği süpernasyonel bir düzeye çıkarılmasıydı.Batıcıların, fikirsel manada beslendikleri ana kaynak, başlangıçta Fransız siyasi düşüncesiydi.Avrupa bilimine inanan, anayasal hükümeti onaylayan, düşünce ve basın özgürlüğünü savunan ama aynı zamanda acı çeken ve genelde platonik bir yapıya sahip olan Batıcılar, aslında heterojen bir gruptu. Yani Batıcılık, aslında tek bir birleştirici ideoloji ve toplum felsefesi etrafında toplanmış türdeş bir akım değil; içinde farklı yönlerde gelişme eğilimleri taşıyan gevşek bir birliktelikti. Batıcılar arasındaki bölünme ise 1860’lı yıllarda başlamıştı. Bu tarihten itibaren, Belinski çizgisindeki radikal demokratlarhalkın çıkarlarını temsile yönelirken; liberal olarak adlandırılan kesimler soyluların konumlarını etkilemeyecek türden ılımlı reformları destekleyecekti. Tarihsel süreç içerisinde dönüşüm geçiren Batıcı görüşlerin bir bölümü ise zamanla materyalizmin ve ateist bir sosyolojinin öğretilerini benimseyeceklerdi.Batıcılar arasındaki görüş farklılıkları, özellikle Rus tarihî ve kültürüne ilişkin konularla ilgilidir. Bu konulardaki katı görüşleriyle dikkat çeken bazı Batıcılar, “Rusya’yı medeniyet dışı” bir ülke olarak görmekteydiler. Örneğin ilk Batıcılardan biri olarak kabul edilen Chaadayev, Rusya’nın Tanrı tarafından unutulmuş bir ülke olduğunu, geçmişinin ve geleceğinin olmadığını, medeniyete hiçbir katkısının bulunmadığını ve dünyanın moral düzeyinde adeta bir boşluk yarattığını söylemekteydi.Ona göre Rusya, bu haliyle ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait bir ülkeydi; tarihsel bir sürekliliği olmadığı gibi, “moral birlikteliği” de bulunmamaktaydı. Ancak hemen belirtelim ki, çizdiği bu olumsuz resme rağmen Chaadayev’in aynı zamanda Rusya’nın geleceğine ilişkin büyük umutları bulunmaktaydı. Bu umutların kaynağı ise geçmişte değil, Avrupa ile kurulacak yakın işbirliğinde ve onun mirasını paylaşabilmekte gizliydi.Herzen ve Belinski gibi bazı Batıcı düşünürlerin de Chaadayev’in izinden gittiği ve tıpkı onun gibi, Batı’ya ve geleceğe yönelik olumlu düşünceler geliştirdikleri görülür. Ancak onların ilham aldığı Batı, Chaadayev’inkinden farklı olarak, muhafazakâr Avrupa değil, 1848’lerin çalkantılı Avrupa’sı ve onun devrimci eğilimleridir. Oysa ne bir radikal ne de bir devrimci olan Chaadayev, eski Avrupa’nın kültürel hayatına ve Kutsal İttifak’ın Hıristiyan pasifizmine derin bir biçimde bağlılık duymaktaydı.Belinski, Petro öncesi dönem Rusya’sının tıpkı muhafazakâr Slavofillerin düşündüğü gibi inanç ve gelenekleriyle birbirlerine sımsıkı bağlanmış bir insanlar topluluğu olduğu kanaatindeydi. Ancak onun buradan hareketle ulaştığı sonuç, Savofillerinkinden oldukça farklıydı. O’na göre bu durum Rusya’da rasyonel düşüncenin ve bireyselliğin doğup, gelişmesine olanak tanımamış ve böylece, toplumun dinamik bir değişim geçirmesini engellemiştir. İşte bu nedenle, Petro reformları çağdaş Rusya’ya ulaşma doğrultusunda atılmış ilk ve en kesin adımlardır. Belinski’ye göre, Büyük Petro’dan önce Rusya yalnızca bir “halk” (narod) idi ama reformların başlattığı değişimle bir “ulus” (natsiia) haline geldi. Ona göre Rusya’nın ihtiyacı olan şeyin inanç ya da mistisizm değil, hukuka ve bireysel haklara saygıydı. Dolayısıyla Belinski ve takipçileri amacı, Büyük Petro’nun ‘işini’ devam ettirmekti.Bir başka Batıcı düşünür olan Herzen ise genç Rus entelektüellerinin rehber olarak Batı’yı gören kısmının devrimci ve rasyonalist kanadına mensuptu. Başlangıçtaki ılımlı liberal görüşlerini zamanla terk eden Herzen’in, 1840’lardan itibaren sosyalizme ve politik radikalizme doğru kaydığı görülmektedir.Batıcıların liberal ve demokratik olarak adlandırabileceğimiz kanadında yer alanlar, Sovyetlerin dağılmasının ardından Rusya’da yeniden etkili olmuşlar ve hatta kısa bir süreliğine de olsa iktidarı ele geçirmişlerdir. Demokratik Rusya hareketi ve Gaidar ve Kozyrev gibi isimler aracılığıyla etkili olan günümüz Batıcıları, Soğuk Savaş dönemi boyunca Rusya’nın kendi çıkarlarına aykırı bir biçimde hareket ettiği kanaatindedirler. Onlara göre Rusya, Batı’nın bir parçası olabilmek için gerekli her türlü adımı atmalıydı. Varlığını sürdürebilecek ve ilerici olan tek medeniyet Batı’dır ve Rusya’nın kimliğine yönelik gerçek tehdit de Batı’dan değil, kendi ekonomik geri kalmışlığından ve demokratik olmayan ülkelerle olan ortaklığından kaynaklanmaktadır. Rusya’nın bu tehditle baş edebilmesinin yolu ise Batı tipi kurumlar geliştirmek ve “Batılı medenî uluslar” olarak nitelenen koalisyona katılmaktan geçmektedir.Buradan da anlaşıldığı üzere, günümüz Batıcıları da tıpkı öncülleri gibi Rusya’yı Hıristiyan medeniyetinden türemiş bir Avrupa ülkesi olarak görmektedirler. Ancak, Rusya’nın nasıl bir Avrupalı olduğu konusu onlar açısından tartışmalıdır. Baranovsky’e göre, bu konuda üç farklı görüşten bahsetmek mümkündür. Buna göre, Rusya’nın “mükemmel olmayan” bir Avrupalı olduğu ve dolayısıyla reformlara ihtiyaç duyduğunu düşünenler, Rusya’nın “çok iyi bir Avrupalı” olduğunu belirtenler ve Rusya’nın Bizans’a dayandığını ve Doğu’dan gelen “diğer Avrupalı” olduğunu savunanlar olmak üzere üç farklı Batıcı yaklaşım dikkat çekmektedir.Çağdaş Rus düşüncesi içerisinde Batı’yı ve Batılılaşmayı öven tek düşünce biçimi olarak karşımıza çıkan Batıcılığın ardından çalışmada Batı karşıtı görüşleri ile dikkat çeken Slavofilizm, Avrasyacılık ve Marksizm gibi düşünceler ele alınacaktır.
Bilindiği üzere, çağdaş Rus düşüncesinin ve entelektüel hayatının gelişiminde 19. yüzyıl önemli bir yere sahiptir. Büyük bir bölümü Batılılaşmış ve Batı’ya dönük bir tutum içerisinde olan dönemin Rus aydınlarının, Rusya’yı Avrupa’nın problemleri bağlamında ele aldıkları ve bunu yaparken de yine Batılı görüş ve düşüncelerden yararlandıkları görülmektedir. Dolayısıyla, Rusların bu dönemde fikirsel anlamda Avrupa’nın edinimlerini kullandıkları ve bir bakıma, onun tecrübelerinden yararlandıkları iddia edilebilir. Bu açıdan bakıldığında, Batı’nın entelektüel ve kültürel etkisinin Rus sosyal düşüncesinin ortaya çıkışında bir çeşit katalizör işlevi gördüğü söylenebilir. Batılı fikirlerin Rusya’da etkili olmaya başlaması ise aslında başta Napolyon savaşları olmak üzere, bu ülkenin Batı Avrupa ile sıkı ilişkiler kurmasına yol açan tarihî gelişmelerin doğal bir sonucudur.Bu dönemde ‘Rusya’nın geleceği’ meselesinin Rus seçkinleri arasındaki en önemli tartışma konusu olduğu görülmektedir. Cevap aranan sorular ise Rusya’nın nasıl değişeceği, gelecekteki yerinin neresi olacağı ve nasıl bir gelişim göstereceğidir. Söz konusu dönem boyunca, hem seçkinlerin hem de Rus halkının kendilerine sordukları soruların neredeyse tamamı, ulusal kimlikleriyle ilgilidir. Bu sorulara cevap arayan Rusların, kendi durumlarına daha ilerideki ülkelerin perspektiflerinden bakmak ve bu ülkelerin kuramsal kavrayış yöntemlerini kullanmak gibi bir olanağa sahip olduğu söylenebilir. Yani Ruslar, bir bakıma bu dönemde “geri kalmışlığın ayrıcalığına” sahiptirler. Rus entelektüellerinin, başlangıçta kendilerine somut ve tutarlı bir yol sunacağını düşündükleri Alman romantik felsefesinden ve özellikle de Schelling’den yoğun bir biçimde etkilendikleri görülmektedir. Söz konusu etki, Rus entelektüellerini kendi milletlerinin yapısını ve özgüllüklerini sorgulamaya itmiştir.Ancak hemen belirtelim ki, yaşadıkları siyasî baskılar, geri kalmışlığın yaratmış olduğu acil çözüm bekleyen sorunlar ve bunların neden olduğu acı gibi nedenlerden ötürü dönemin Rus entelektüelleri hemen sonuç yaratmayacak nitelikteki konularla yeterince ilgilenememiştir. Dolayısıyla, felsefenin ontoloji ve epistemoloji gibi geleneksel konuları belli bir dereceye değin göz ardı edilmiş; ahlâk felsefesi, tarihî-felsefî sorunlar, siyasal ve dinsel konular gibi meselelere daha fazla ilgi gösterilmiştir.Stammler bu durumu, Rusya’nın Batı ve Orta Avrupa’daki diğer uluslardan daha uzunca bir süre “Ortaçağ’a ait” ruhsal durumunu koruduğu biçiminde ifade etmektedir. Stammler’e göre Rus düşünce biçimi Doğu Ortodoksluğu etrafında dönen ve ağırlıklı olarak din eksenli bir yaklaşıma sahiptir. Bu nedenle Rus düşüncesi epistemolojik olmaktan ziyade ontolojiktir ve deneye dayalı-eleştirel değil, varoluşsaldır. Her zaman için bir mutlakıyet arayışı içinde olduğundan ötürü, içinde rölativizme pek yer vermemektedir.Avrupa uygarlığının Rusya’ya sızması ile birlikte, aslında iki sorunun iyice belirginleştiği de görülmektedir. Bunlardan ilki “Rusya ile Batı”, “Rusya ile Avrupa”, “ulusal varlık ile Batı uygarlığı” arasındaki ilişkiler sorunudur. İkinci sorun ise yukarıda ele alınan seçkinler ile yığın, entelijensiya ile halk arasındaki ilişkilerdir.İlk sorun, Rus düşünce hayatında derin bölünmelere ve tartışmalara yol açan bir süreci de beraberinde getirmiştir. Rusya’nın Batı’ya mı yoksa Doğu’ya mı ait olduğuna dair sorular etrafında yürütülen ve bir bakıma, kimlik ve kültür konularına ilişkin olan bu tartışmalar neticesinde Rus entelijensiyası, başlangıçta Batıcılar ve Slavofiller olarak ikiye ayrılacaktır.
Slavofil Düşünce Ve Karşı Konulması Gereken Bir Dünya Olarak Batı
Başlangıçta Batıcılık olarak bilinen eğilime karşı çıkan bir grup tutucu soylu ideologu nitelendirmek için kullanılan Slavofil terimi, 19. yüzyıl Rusya’sında gelişmiş ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüze ulaşmıştır.Batıcı-reformist düşünceye bütünüyle karşı olan Slavofillere göre Rus tarihinin ahenkli akışı, Büyük Petro reformlarıyla kesintiye uğramıştır.Bu nedenle Slavofiller, ideallerini Petro öncesi dönemin Rusyası’nda aramaktadırlar.Dolayısıyla Slavofilleri, Rusya’nın Batılılaşmasına karşı olan ve Petro öncesi Rusyası’nı ‘gerçek’ Hıristiyan ve Slav ilkelerine dönüş açısından referans olarak gören bir grup olarak nitelendirmek mümkündür.Slavofilizmin odağındaki asıl mesele de kapsamlı bir tarih felsefesi ışığı altında ele alınan Rusya-Batı Avrupa ilişkileridir.Rusya üzerindeki Avrupa etkisine olumsuz bakan Slavofillere göre Batı medeniyeti, üç hatalı temel üzerine kurulmuştur. Bunlar; ruhanî açıdan Roma Kilisesi’nin rasyonalitesi, politik açıdan Roma ve Töton fetihleri, sosyal açıdan ise Roma hukukunun mutlak mülkiyet haklarıdır.Anlaşıldığı üzere, Slavofillerin kafasında yer alan Rusya-Batı ikilemi politik değil, daha ziyade kültüreldir. Önemli Slavofil düşünürlerden biri olan Kireevsky (1806-1856), Rusya ile Avrupa’yı birbirlerinin anti-tezi olarak görmektedir. Aralarındaki farklılıklar ise kültürel ve felsefi-dinsel zıtlıklardan kaynaklanmaktadır. Krieevsky, Rusya ile Batı arasında mukayese yaparken, “Rus olanın” üç belirgin yönüne dikkat çekmektedir. Bunlar; Ortodoks Kilisesi’nin ruhu, gerçek Rus aydınlanmasının özü ve Rus devletinin kendine özgü oluşumudur. Rusya’da felsefî düşüncenin ilk olarak Slavofiller ile başladığı söylenebilir. Çünkü hayatın ve tarihin Rusya’nın önüne çıkardığı ‘büyük düğüme’ metafizik bir çözüm, yani kendi özünün ve bilincinin ne olduğu sorusuna bir yanıt arayanlar, ilk olarak Slavofiller olmuştur.Slavofilizmi romantik muhafazakârlığın ‘Rus olan’ bir biçimi şeklinde tanımlamak da mümkündür.Rus gelenekleri ve tarihinin ayırt ediciliğine dair besledikleri derin inançları nedeniyle Slavofiller, ülkelerinin geleceğini Batı’da değil, Ortodoks karakterli kendilerine özgü kimliklerinde aramaktadırlar.Anlaşıldığı üzere din, Slavofil düşüncenin merkezi unsurlarından biridir. Rusya’nın kültür ve kimliğine, dolayısıyla Batı ile ilişkilerine dair yapılan tüm tartışmalarda dinin önemli bir ağırlığı olduğu görülür. Çünkü Slavofillerin zihniyetinde kültür de derin dinî ve ruhanî değerlerden ayrı düşünülmemesi gereken bir olgudur.Din vurgusu nedeniyle, bu düşünce içerisinde Ortodoks Kilisesi’ne de büyük önem verilmektedir. Kilise’nin Rusya’nın geçmişteki gücünün ve gelecekteki umudunun kaynağı olarak görüldüğü söylenebilir.Bu nedenle Slavofiller, gerçekleştirilen reformlarla Kilise’nin devlet karşısında düşürüldüğü durumdanda şikâyetçidirler. Slavofil düşüncenin zaman içerisinde bazı dönüşümler geçirdiği ve hatta felsefi bir düşünüş biçimi olmaktan çıkarak, bir politika aracı haline geldiği görülür. Bu çerçevede söylenebilecek ilk şey, Slavofilizmin tarihsel süreçte biri tutucu reformculuk, diğeri Panslavizm olmak üzere iki farklı kola ayrıldığıdır.Panslavizm de tıpkı üzerine inşa edildiği Slavofil düşünce gibi, aslında Batı karşıtıydı ve Rusya’nın çökmüş Batı’nın yıkıcı etkilerine, özellikle de liberalizmine ve soyut hümanizmine karşı korunması gerektiğini savunmaktaydı.Bununla birlikte, Panslavist düşüncenin Slavofilzm’den farklı olarak daha ziyade dış politik bir yönelim olduğu ve geniş bir emperyal vizyona sahip olduğunu belirtmek gerekir. Panslavistler, klâsik Slavofil düşüncenin ‘evrensel görev’ ya da ‘gerçek’ Hıristiyan ilkeleri türünden soyut kavramlarını reddetmekteydiler. Onlara göre devletler ve uluslar arasındaki ilişkilerde ‘göze göz, dişe diş’ kuralı geçerliydi. Slavofil düşünceden Panslavist siyasete geçişin en önemli nedenin Kırım Savaşı olduğu söylenebilir. Bu savaşın bir sonucu olarak, Rusya’da güney Slavlarının geleceğine yönelik yoğun bir ilginin başladığı görülür.Zaten Panslavizmin görünürdeki amacı da Slav kavimlerini tek bir çatı altında toplamaktır.Elbette böylesi bir birleşme, ancak Rusya tarafından gerçekleştirilebilirdi. Panslavist politikaların asıl hedefi ise hep Osmanlıve Habsburg gibi bünyesinde Slav toplumları bulundurulan devletler olmuştur. Bu düşüncenin altın çağlarını yaşadığı dönem, 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı yıllarıdır. Bu dönemde, Pan-Slavist düşüncenin ‘yurtsever’ emperyalizm ile iç içe geçtiği görülür.Rus Panslavist düşüncesinin ilk ve belki de en sistemli açıklamasını yapan kişi olan N. Danilevskii (1822–1885) klâsik Slavofil düşünceye uzak olmasına rağmen, ondan bazı noktalarda faydalanmıştı. Bilindiği üzere, Slavofilizm devleti ‘kaçınılmaz kötülük’ olarak gören bir öğretiye sahipti. Danilevskii, Rusya’nın yöneteceği güçlü bir ekonomik ve askerî federasyonun kurulmasını isteyen bir programa, böylesi bir öğretinin ters düşeceğinin farkındaydı. Bu nedenle, öncelikle Slavofilizmin devlete ilişkin görüşlerini devreden çıkarma yoluna gitmiştir. Evrimin doğal yasaları dışında hiç bir engel tanımayacak olan güçlü bir devlet yaratılmasını savunan Danilevskii, Slav fikrini sağlam temelle re oturtmuş ve onu, bir anlamda romantik Slavofilizmin ‘mistik’ iyimserliğinden kurtarmaya çalışmıştır. Danilevskii’ye göre Hıristiyan etiği, ancak bireysel alanda bağlayıcı olabilirdi. Devletlerin ve ulusların kendi dünyevi çıkarlarının üstünde herhangi bir değer olamazdı. Dolayısıyla, siyasette idealizme ya da hümanizme yer yoktur ve tek kural, “göze göz, dişe diştir”. Batı karşıtı görüşleriyle dikkat çeken Danilevskii’ye göre, Avrupa ya da Roma-Germen medeniyeti bir gerileme dönemine girmiştir. Oysa Slavlar, çok şükür ki buraya ait değildir. Bunun en açık kanıtı ise Avrupa’nın Rusya’ya ‘bizden biri’ muamelesi yapmaması ve sırtını ona nefretle dönmesidir. Avrupa’nın, Rusya’nın saldırgan ve düşmanca olmayan tavırlarına rağmen ondan korkuyor olmasının nedeni ise tarafların birbirlerinden köklü bir biçimde farklı olmasındandır.Rus halkı, içinde Avrupa’nın Cermen-Romalı uygarlığıyla hiçbir ilişkisi olmayan yeni bir uygarlık türünün tohumunu taşımaktadır. Dolayısıyla, Rusların kaderi kendi hegemonyaları altında önceki tüm medeniyetlerden daha güçlü, çok yönlü ve tamamıyla yeni bir medeniyet yaratmaktır.Slavofil düşünce, Çarlık Rusya’sı sonrasında dönemde de Rus düşünce hayatında kendisine yer bulabilmiştir. Özellikle 1950 ve 60’lı yıllarda, çeşitli çevrelerde yapılan entelektüel tartışmaların bir neticesi olarak, Batıcılığın ve Marksist devrimciliğin yanı sıra Slavofilizmin yeni biçimlerinin de gündeme geldiği görülür. Neo-Slavofilizm olarak adlandırabileceğimiz bu görüşlerin, aşırı uçları hariç, erken dönem Slavofillerin iyimserliklerini değilse bile umutlarını paylaştığı, savunmacı bir milliyetçilik anlayışı taşıdıkları, Mesihçi ve yayılmacı olmayan bir dış politikayı savundukları söylenebilir. Neo-Slavofiller de tıpkı klasik Slavofiller gibi Rus halkının patriarşik, muhafazakâr, devrim karşıtı, komünal hayat yanlısı, dindar ve güçlü aile bağlarına sahip insanlardan oluştuğuna inanmaktadırlar. Ancak onlara göre bu özellikler komünist devrimle oluşan ortamda kaybolmaya başlamıştır. Neo-Slavofillere göre devrim, Rus halkını demoralize etmiş ve değerlerinden koparmıştır. Belki de bu nedenden ötürü, Neo-Slavofiller Batı’ya karşı klasik Slavofillerden daha ılımlıdırlar.Neo-Slavofil görüşler, Sovyet sonrası dönemde de varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Her ne kadar bu dönemde Rusya’nın yeni bir kimlik arayışına ilişkin en önemli tartışmalar Batıcılar ile Avrasyacılar arasında yaşanmış olsa da Rusların bu doğrultudaki ilk girişimi, Slavofil düşüncenin yeniden gündeme getirilmesi olmuştur. Hatta Batıcı görüş ve politikaların ilk uygulayıcılarından olan Kozyrev bile, bir Slav milletler birliği oluşturulması amacıyla Rusya’nın Doğu Avrupa ülkeleriyle olan eski fakat yakın bağlarını yenileme girişimlerinde bulunmuştur.Aslına bakılırsa, günümüz Slavofillerinin temel dış politik hedeflerinin Doğu Slav halklarıyla ilişkilerin yoğunlaştırılması ve onlarla bir birlik oluşturulması olduğu söylenebilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, neo- Slavofillerin istediği devlet, diğer uluslar için gelecekte güç kullanan saldırgan bir devlet değil, moral çekiciliği olan bir Rus-Ortodoks devletidir. Dolayısıyla, diğer ulusların Rusya’ya katılımı da güç kullanarak değil, gönüllü bir biçimde gerçekleşmelidir. Bu nedenle, başta Soljenitsin olmak üzere neo-Slavofillerin büyük bir bölümü Rus dış politikasındaki Mesihçi düşünceyi reddetmektedirler ve onu, emperyalizmin rasyonalitesi olarak görmektedirler. Rusya’nın tarihsel süreçteki emperyal yayılışı, bu düşünce içerisinde önemli bir eleştiri konusudur. Bunu en açık biçimde Soljenitsin’de görmek mümkündür. Dış politikadaki tüm saldırgan tavırları kınayan Soljenitsin, işgal edilmiş olarak nitelendirdiği tüm dış topraklardan geri çekilmeyive diğer devletlerle olan ilişkilerde, müdahaleci olmamayı önermektedir.
Sonuç
Rusya ile Batı’nın birbirlerinden bazı alanlarda ve belli ölçülerde farklı olduğu doğrudur. Bu nedenle, bu iki dünya arasında derin kültürel ve politik farklar bulunduğunun iddia edilmesi de anlaşılabilir bir şeydir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu farklılık vurgusunun ön plana çıkarılmasının temelinde, soyut-felsefi unsurlardan ziyade maddi-politik çıkarlar yatmaktadır. Çünkü Szeftel’in de belirttiği gibi, Rusya’yı tarihin her döneminde Batı’nın dışında kalan bir ulus olarak görmek gerçeklerle pek de örtüşmemektedir. Yani Rus tarihi, Avrupa’nın geri kalanından bütünüyle farklı değildir. Örneğin 18. yüzyılda merkantilizm ve serflik, tıpkı Rusya gibi, Avrupa’nın geri kalan bölgelerinde de varıdır. Sonraki yüzyılda, Rusya’nın Avusturya ve Prusya gibi Batı’nın Cermen devletleri ile mutlakıyetçilik, serflik ve devletin ekonomik yaşamdaki rolü gibi konularda genelde aynı değerleri paylaştığı görülmektedir. Bu dönemlerde Rusya, kültürel yaşam açısından da Batılı olarak nitelendirilebilecek bir durumdadır. Batı’dan ‘geride kalma’ durumu ise büyük ölçüde 1848 sonrası dönemde başlamıştır. Ancak bunun da uzun sürmediği söylenebilir. 1861’de serfliği kaldıran Ruslar, 1864’de yaptıkları hukuk reformuyla mutlakıyeti de yasal açıdan sınırlandırmışlardır. Her ne kadar 1878’den 1905’e değin Avrupa’nın Hıristiyan ulusları arasında mutlak monarşiyi koruyan tek devlet Rusya olmuş ise de bu ülkenin ekonomik ve hukuksal kurumları, sosyal sistemi ve kültürel faaliyetleri o dönem Avrupa’sının geri kalanıyla aynı ilkelere dayanmaktadır.Kısacası, 1917’ye değin devam eden bu süreçte Rusya, tarihî ve kültürel açıdan Avrupa’nın o kadar da dışında değildir. Benzer bir tespiti, Pushkarev’in de yapmaktadır. Ona göre Batı’da yapılan Rus tarihine ilişkin değerlendirmeler, genellikle buradaki hükümetlerin despotik olduğu, Rusların yaygın bir biçimde yabancı düşmanlığı yaptığı ya da Ruslar ile Batı arasında bir ‘demir perde’ bulunduğu şeklindeki bazı mesnetsiz varsayımlara dayanmaktadır. Aslına bu türden genellemelere gidilmesi ve Rus tarihinin bütünüyle böyle görülmesi hatalıdır. Yabancı düşmanlığı olarak adlandırılan durum, belki 16. ve 17. yüzyıl Moskova Devleti için geçerlidir; ama bu da ‘mekâna’ değil, ‘zamana’ bağlı bir şeydir. Zira bu dönemde ulusal duygular, din ile yakın bir ilişki içerisindedir ve farklı dinsel inançlar arasında bir hoşgörüden bahsetmek pek de mümkün değildir. Avrupa’da yaşanan Otuz Yıl Savaşları bunun en açık kanıtıdır. Ayrıca, Moskova’dan başlayarak Romanov hanedanlığı dönemine değin Batı, özellikle Rus üst tabakaları arasında her zaman için yaygın bir kültürel etkiye sahip olmuştur. 18. yüzyıl’dan itibaren bu kültürel bağımlılık ve hatta taklitçiliğin daha da ileri gittiği görülür. Tüm bu dönemler boyunca, Rusya ile Batı arasında ideolojik anlamda hep yoğun bir ilişki söz konusudur. Örneğin I. Nikolay devrinin (1825–1855) ideolojik anlamdaki en aktif entelektüelleri, Batı düşüncesinin iki farklı akımından, Alman idealist felsefesi ile Fransız sosyalist düşüncesinden etkilenmişlerdir. Kant ve Fichte ile başlayan ve daha sonra Schelling ile devam eden Alman idealizminin etkisi, birçok Rus aydınını içinden çıkaracak olan 1830’ların Hegelci Stankevich Çevresi’nin oluşumunu sağlayacaktır. Aynı yıllarda Herzen ve Ogarev gibi isimler etrafında, Saint-Simon ve Fourier gibi Fransız sosyalistlerinden etkilenen bir başka çevrenin daha oluştuğu görülür. Dolayısıyla, aslında 1917 öncesi dönemde Batı ile Rusya arasında hem ideolojik hem de kişisel anlamda, bazen kesintiye uğrasa bile, yoğun bir ilişki söz konusudur. Hâliyle ‘demir perde’ geleneksel bir şey değildir; sosyalist devrimin sonucudur.Rus düşüncesinde Batı’nın ötekileştirilerek ele alınmasının temel nedeninin ise sancılı bir süreç olarak cereyan eden Rus modernleşmesinin bu ülke üzerinde yaratmış olduğu sosyolojik ve psikolojik sorunlardır. Dolayısıyla, modernleşme ile gelenek arasındaki çatışmadan doğup geliştiğini söyleyebileceğimiz çağdaş Rus düşüncesinde Batı ve onun değerleri hep önemli bir tartışma konusu olmuştur. Koyré bu durumu, çağdaş Rusya’nın bütün düşünce tarihini tek bir olgu, yani Rusya ile Batı arasındaki ilişkiler ve çelişkiler belirlemiş ve yönlendirmiştir şeklinde ifade etmektedir.Bu süreçte, Rusya’nın içinde bulunduğu sorunlardan kurtulmasının yolunun modernleşmekten ve dolayısıyla Batılılaşmaktan geçtiğine inananların karşısına, oldukça güçlü bir gelenekçi entelektüel kesimin ortaya çıktığı görülür. Yerli ve Rus olan her şeyi yücelten bu kesimin kültür ve kimliğe ilişkin her türlü varsayımında Batı, bir bakıma kurucu dışarısı olarak işlev görmüştür. Haliyle bu düşünsel geri plan üzerine inşa edilen Rus dış politikası da en azından söylemsel düzeyde, Batı karşıtı bir duruş sergilemiştir. Dış politikaya yön veren asıl dinamiklere bakıldığında ise Rusya ile Batı’nın birbirlerinden köklü bir biçimde farklı olduğuna dair abartılı yaklaşımın gerçek zeminin maddî-politik nedenler olduğu görülecektir. Bunun en açık kanıtı, 1917’de gerçekleşen devrimden sonra yaşanan gelişmelerdir. Bilindiği üzere, 1917’den önce yapılan değerlendirmelerde ‘Batı’ aslında Batı Avrupa anlamında kullanılırken, ‘Rusya’ ve ‘Doğu’ terimlerinin birbirlerinin yerine kullanıldığına pek rastlanılmaz. Oysa 1917 sonrası dönemde Rusya ve Doğu terimlerinin politik açıdan adeta eş anlamlı hâle geldiği görülür. Buna karşılık, yine aynı dönemde Batı kavramının da öncelikle Amerika’yı ifade eden bir terim hâline dönüştüğünü belirtmek gerekir. Zaten bu dönemden başlayarak, Doğu ve Batı kavramları zamanla coğrafî anlamlarını neredeyse tamamen yitirecek ve ‘Batı dünyası’ ile Rusya arasındaki küresel rekabetin karakterini ifade eden bir niteliğe bürünecektir.Görüldüğü üzere, Rusya ile Batı arasında var olduğu kabul edilen zıtlık, aslında politik gerekçeleri olan ve çoğu zaman ve durumda politik çıkarların ifade edilmesi açısından bir kılıf ya da meşruiyet unsuru olarak işlev gören bir şey olmuştur.
*Dr., Uludağ Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü,
Çağdaş Rus Düşüncesinin Gelişimi ve Batıcılık
Wehrschutz’un deyişiyle, Rusya’yı anaları gibi seven Slavofiller ile çocukları gibi seven Batıcılar arasındaki bu çekişme, çağdaş Rus düşüncesini şekillendirmiştir.Bu iki düşünce arasındaki ayrışma, 1840’lı yılların ortalarından itibaren daha da netleşecektir. Lavrin, bu ayrışmayı Büyük Petro’nun reformlarının ardından kaçınılmaz bir hâl alan Rus bilincindeki dikotominin ya da derin kırılmanın bir yansıması olarak görmektedir. Ona göre Rusya, tıpkı Janus gibi, hep iki yüze sahip olmuştur. Bunlardan biri Batı’ya bakarken, diğeri Batı’ya olduğu kadar olmasa bile Doğu’ya ve daha ziyade kendi ulusal ve kültürel karakterine bakmaktadır. Rusya’nın Batı’ya bakan yüzünü temsil eden Batıcılar, burayı ait olunması gereken bir dünya olarak görmektedirler. Bu nedenle, kimlik ve kültüre ilişkin tartışmalarda muhafazakârların karşısında yer alırlar ve genel anlamda ilerlemecidirler. Batıcılara göre Rusya tarihî, kültürü, coğrafyası ve ennografyası itibarıyla Asyalı olmaktan ziyade Avrupalıdır. Rusya’nın modernleşme sürecini de destekleyen Batıcılara göre, Büyük Petro reformları bu ülkeye gerçek medeniyetin kapılarını açmıştır. Ülkelerinin çağdaşlaşmasında Batı etkisinin yaratmış olduğu olumlu etkiler üzerinde duran Batıcılar, Avrupa’yı bir ‘öğretmen’ ve ‘eğitici’ olarak görmektedirler.Dolayısıyla onlara göre Rusya’nın kurtuluşu, Batı uygarlığının eksiksiz bir şekilde, tüm düşünce ve kurumlarıyla benimsenmesinden geçmektedir. Buradaki amaç, ulusal kurumların yerine Batılı olanların geçici olarak ikame edilmesi değil, Rus halkını Avrupa evrensel kültürünün fikirleriyle eğiterek, Rus ulusal gelişimini saygı görebileceği süpernasyonel bir düzeye çıkarılmasıydı.Batıcıların, fikirsel manada beslendikleri ana kaynak, başlangıçta Fransız siyasi düşüncesiydi.Avrupa bilimine inanan, anayasal hükümeti onaylayan, düşünce ve basın özgürlüğünü savunan ama aynı zamanda acı çeken ve genelde platonik bir yapıya sahip olan Batıcılar, aslında heterojen bir gruptu. Yani Batıcılık, aslında tek bir birleştirici ideoloji ve toplum felsefesi etrafında toplanmış türdeş bir akım değil; içinde farklı yönlerde gelişme eğilimleri taşıyan gevşek bir birliktelikti. Batıcılar arasındaki bölünme ise 1860’lı yıllarda başlamıştı. Bu tarihten itibaren, Belinski çizgisindeki radikal demokratlarhalkın çıkarlarını temsile yönelirken; liberal olarak adlandırılan kesimler soyluların konumlarını etkilemeyecek türden ılımlı reformları destekleyecekti. Tarihsel süreç içerisinde dönüşüm geçiren Batıcı görüşlerin bir bölümü ise zamanla materyalizmin ve ateist bir sosyolojinin öğretilerini benimseyeceklerdi.Batıcılar arasındaki görüş farklılıkları, özellikle Rus tarihî ve kültürüne ilişkin konularla ilgilidir. Bu konulardaki katı görüşleriyle dikkat çeken bazı Batıcılar, “Rusya’yı medeniyet dışı” bir ülke olarak görmekteydiler. Örneğin ilk Batıcılardan biri olarak kabul edilen Chaadayev, Rusya’nın Tanrı tarafından unutulmuş bir ülke olduğunu, geçmişinin ve geleceğinin olmadığını, medeniyete hiçbir katkısının bulunmadığını ve dünyanın moral düzeyinde adeta bir boşluk yarattığını söylemekteydi.Ona göre Rusya, bu haliyle ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait bir ülkeydi; tarihsel bir sürekliliği olmadığı gibi, “moral birlikteliği” de bulunmamaktaydı. Ancak hemen belirtelim ki, çizdiği bu olumsuz resme rağmen Chaadayev’in aynı zamanda Rusya’nın geleceğine ilişkin büyük umutları bulunmaktaydı. Bu umutların kaynağı ise geçmişte değil, Avrupa ile kurulacak yakın işbirliğinde ve onun mirasını paylaşabilmekte gizliydi.Herzen ve Belinski gibi bazı Batıcı düşünürlerin de Chaadayev’in izinden gittiği ve tıpkı onun gibi, Batı’ya ve geleceğe yönelik olumlu düşünceler geliştirdikleri görülür. Ancak onların ilham aldığı Batı, Chaadayev’inkinden farklı olarak, muhafazakâr Avrupa değil, 1848’lerin çalkantılı Avrupa’sı ve onun devrimci eğilimleridir. Oysa ne bir radikal ne de bir devrimci olan Chaadayev, eski Avrupa’nın kültürel hayatına ve Kutsal İttifak’ın Hıristiyan pasifizmine derin bir biçimde bağlılık duymaktaydı.Belinski, Petro öncesi dönem Rusya’sının tıpkı muhafazakâr Slavofillerin düşündüğü gibi inanç ve gelenekleriyle birbirlerine sımsıkı bağlanmış bir insanlar topluluğu olduğu kanaatindeydi. Ancak onun buradan hareketle ulaştığı sonuç, Savofillerinkinden oldukça farklıydı. O’na göre bu durum Rusya’da rasyonel düşüncenin ve bireyselliğin doğup, gelişmesine olanak tanımamış ve böylece, toplumun dinamik bir değişim geçirmesini engellemiştir. İşte bu nedenle, Petro reformları çağdaş Rusya’ya ulaşma doğrultusunda atılmış ilk ve en kesin adımlardır. Belinski’ye göre, Büyük Petro’dan önce Rusya yalnızca bir “halk” (narod) idi ama reformların başlattığı değişimle bir “ulus” (natsiia) haline geldi. Ona göre Rusya’nın ihtiyacı olan şeyin inanç ya da mistisizm değil, hukuka ve bireysel haklara saygıydı. Dolayısıyla Belinski ve takipçileri amacı, Büyük Petro’nun ‘işini’ devam ettirmekti.Bir başka Batıcı düşünür olan Herzen ise genç Rus entelektüellerinin rehber olarak Batı’yı gören kısmının devrimci ve rasyonalist kanadına mensuptu. Başlangıçtaki ılımlı liberal görüşlerini zamanla terk eden Herzen’in, 1840’lardan itibaren sosyalizme ve politik radikalizme doğru kaydığı görülmektedir.Batıcıların liberal ve demokratik olarak adlandırabileceğimiz kanadında yer alanlar, Sovyetlerin dağılmasının ardından Rusya’da yeniden etkili olmuşlar ve hatta kısa bir süreliğine de olsa iktidarı ele geçirmişlerdir. Demokratik Rusya hareketi ve Gaidar ve Kozyrev gibi isimler aracılığıyla etkili olan günümüz Batıcıları, Soğuk Savaş dönemi boyunca Rusya’nın kendi çıkarlarına aykırı bir biçimde hareket ettiği kanaatindedirler. Onlara göre Rusya, Batı’nın bir parçası olabilmek için gerekli her türlü adımı atmalıydı. Varlığını sürdürebilecek ve ilerici olan tek medeniyet Batı’dır ve Rusya’nın kimliğine yönelik gerçek tehdit de Batı’dan değil, kendi ekonomik geri kalmışlığından ve demokratik olmayan ülkelerle olan ortaklığından kaynaklanmaktadır. Rusya’nın bu tehditle baş edebilmesinin yolu ise Batı tipi kurumlar geliştirmek ve “Batılı medenî uluslar” olarak nitelenen koalisyona katılmaktan geçmektedir.Buradan da anlaşıldığı üzere, günümüz Batıcıları da tıpkı öncülleri gibi Rusya’yı Hıristiyan medeniyetinden türemiş bir Avrupa ülkesi olarak görmektedirler. Ancak, Rusya’nın nasıl bir Avrupalı olduğu konusu onlar açısından tartışmalıdır. Baranovsky’e göre, bu konuda üç farklı görüşten bahsetmek mümkündür. Buna göre, Rusya’nın “mükemmel olmayan” bir Avrupalı olduğu ve dolayısıyla reformlara ihtiyaç duyduğunu düşünenler, Rusya’nın “çok iyi bir Avrupalı” olduğunu belirtenler ve Rusya’nın Bizans’a dayandığını ve Doğu’dan gelen “diğer Avrupalı” olduğunu savunanlar olmak üzere üç farklı Batıcı yaklaşım dikkat çekmektedir.Çağdaş Rus düşüncesi içerisinde Batı’yı ve Batılılaşmayı öven tek düşünce biçimi olarak karşımıza çıkan Batıcılığın ardından çalışmada Batı karşıtı görüşleri ile dikkat çeken Slavofilizm, Avrasyacılık ve Marksizm gibi düşünceler ele alınacaktır.
Bilindiği üzere, çağdaş Rus düşüncesinin ve entelektüel hayatının gelişiminde 19. yüzyıl önemli bir yere sahiptir. Büyük bir bölümü Batılılaşmış ve Batı’ya dönük bir tutum içerisinde olan dönemin Rus aydınlarının, Rusya’yı Avrupa’nın problemleri bağlamında ele aldıkları ve bunu yaparken de yine Batılı görüş ve düşüncelerden yararlandıkları görülmektedir. Dolayısıyla, Rusların bu dönemde fikirsel anlamda Avrupa’nın edinimlerini kullandıkları ve bir bakıma, onun tecrübelerinden yararlandıkları iddia edilebilir. Bu açıdan bakıldığında, Batı’nın entelektüel ve kültürel etkisinin Rus sosyal düşüncesinin ortaya çıkışında bir çeşit katalizör işlevi gördüğü söylenebilir. Batılı fikirlerin Rusya’da etkili olmaya başlaması ise aslında başta Napolyon savaşları olmak üzere, bu ülkenin Batı Avrupa ile sıkı ilişkiler kurmasına yol açan tarihî gelişmelerin doğal bir sonucudur.Bu dönemde ‘Rusya’nın geleceği’ meselesinin Rus seçkinleri arasındaki en önemli tartışma konusu olduğu görülmektedir. Cevap aranan sorular ise Rusya’nın nasıl değişeceği, gelecekteki yerinin neresi olacağı ve nasıl bir gelişim göstereceğidir. Söz konusu dönem boyunca, hem seçkinlerin hem de Rus halkının kendilerine sordukları soruların neredeyse tamamı, ulusal kimlikleriyle ilgilidir. Bu sorulara cevap arayan Rusların, kendi durumlarına daha ilerideki ülkelerin perspektiflerinden bakmak ve bu ülkelerin kuramsal kavrayış yöntemlerini kullanmak gibi bir olanağa sahip olduğu söylenebilir. Yani Ruslar, bir bakıma bu dönemde “geri kalmışlığın ayrıcalığına” sahiptirler. Rus entelektüellerinin, başlangıçta kendilerine somut ve tutarlı bir yol sunacağını düşündükleri Alman romantik felsefesinden ve özellikle de Schelling’den yoğun bir biçimde etkilendikleri görülmektedir. Söz konusu etki, Rus entelektüellerini kendi milletlerinin yapısını ve özgüllüklerini sorgulamaya itmiştir.Ancak hemen belirtelim ki, yaşadıkları siyasî baskılar, geri kalmışlığın yaratmış olduğu acil çözüm bekleyen sorunlar ve bunların neden olduğu acı gibi nedenlerden ötürü dönemin Rus entelektüelleri hemen sonuç yaratmayacak nitelikteki konularla yeterince ilgilenememiştir. Dolayısıyla, felsefenin ontoloji ve epistemoloji gibi geleneksel konuları belli bir dereceye değin göz ardı edilmiş; ahlâk felsefesi, tarihî-felsefî sorunlar, siyasal ve dinsel konular gibi meselelere daha fazla ilgi gösterilmiştir.Stammler bu durumu, Rusya’nın Batı ve Orta Avrupa’daki diğer uluslardan daha uzunca bir süre “Ortaçağ’a ait” ruhsal durumunu koruduğu biçiminde ifade etmektedir. Stammler’e göre Rus düşünce biçimi Doğu Ortodoksluğu etrafında dönen ve ağırlıklı olarak din eksenli bir yaklaşıma sahiptir. Bu nedenle Rus düşüncesi epistemolojik olmaktan ziyade ontolojiktir ve deneye dayalı-eleştirel değil, varoluşsaldır. Her zaman için bir mutlakıyet arayışı içinde olduğundan ötürü, içinde rölativizme pek yer vermemektedir.Avrupa uygarlığının Rusya’ya sızması ile birlikte, aslında iki sorunun iyice belirginleştiği de görülmektedir. Bunlardan ilki “Rusya ile Batı”, “Rusya ile Avrupa”, “ulusal varlık ile Batı uygarlığı” arasındaki ilişkiler sorunudur. İkinci sorun ise yukarıda ele alınan seçkinler ile yığın, entelijensiya ile halk arasındaki ilişkilerdir.İlk sorun, Rus düşünce hayatında derin bölünmelere ve tartışmalara yol açan bir süreci de beraberinde getirmiştir. Rusya’nın Batı’ya mı yoksa Doğu’ya mı ait olduğuna dair sorular etrafında yürütülen ve bir bakıma, kimlik ve kültür konularına ilişkin olan bu tartışmalar neticesinde Rus entelijensiyası, başlangıçta Batıcılar ve Slavofiller olarak ikiye ayrılacaktır.
Slavofil Düşünce Ve Karşı Konulması Gereken Bir Dünya Olarak Batı
Başlangıçta Batıcılık olarak bilinen eğilime karşı çıkan bir grup tutucu soylu ideologu nitelendirmek için kullanılan Slavofil terimi, 19. yüzyıl Rusya’sında gelişmiş ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüze ulaşmıştır.Batıcı-reformist düşünceye bütünüyle karşı olan Slavofillere göre Rus tarihinin ahenkli akışı, Büyük Petro reformlarıyla kesintiye uğramıştır.Bu nedenle Slavofiller, ideallerini Petro öncesi dönemin Rusyası’nda aramaktadırlar.Dolayısıyla Slavofilleri, Rusya’nın Batılılaşmasına karşı olan ve Petro öncesi Rusyası’nı ‘gerçek’ Hıristiyan ve Slav ilkelerine dönüş açısından referans olarak gören bir grup olarak nitelendirmek mümkündür.Slavofilizmin odağındaki asıl mesele de kapsamlı bir tarih felsefesi ışığı altında ele alınan Rusya-Batı Avrupa ilişkileridir.Rusya üzerindeki Avrupa etkisine olumsuz bakan Slavofillere göre Batı medeniyeti, üç hatalı temel üzerine kurulmuştur. Bunlar; ruhanî açıdan Roma Kilisesi’nin rasyonalitesi, politik açıdan Roma ve Töton fetihleri, sosyal açıdan ise Roma hukukunun mutlak mülkiyet haklarıdır.Anlaşıldığı üzere, Slavofillerin kafasında yer alan Rusya-Batı ikilemi politik değil, daha ziyade kültüreldir. Önemli Slavofil düşünürlerden biri olan Kireevsky (1806-1856), Rusya ile Avrupa’yı birbirlerinin anti-tezi olarak görmektedir. Aralarındaki farklılıklar ise kültürel ve felsefi-dinsel zıtlıklardan kaynaklanmaktadır. Krieevsky, Rusya ile Batı arasında mukayese yaparken, “Rus olanın” üç belirgin yönüne dikkat çekmektedir. Bunlar; Ortodoks Kilisesi’nin ruhu, gerçek Rus aydınlanmasının özü ve Rus devletinin kendine özgü oluşumudur. Rusya’da felsefî düşüncenin ilk olarak Slavofiller ile başladığı söylenebilir. Çünkü hayatın ve tarihin Rusya’nın önüne çıkardığı ‘büyük düğüme’ metafizik bir çözüm, yani kendi özünün ve bilincinin ne olduğu sorusuna bir yanıt arayanlar, ilk olarak Slavofiller olmuştur.Slavofilizmi romantik muhafazakârlığın ‘Rus olan’ bir biçimi şeklinde tanımlamak da mümkündür.Rus gelenekleri ve tarihinin ayırt ediciliğine dair besledikleri derin inançları nedeniyle Slavofiller, ülkelerinin geleceğini Batı’da değil, Ortodoks karakterli kendilerine özgü kimliklerinde aramaktadırlar.Anlaşıldığı üzere din, Slavofil düşüncenin merkezi unsurlarından biridir. Rusya’nın kültür ve kimliğine, dolayısıyla Batı ile ilişkilerine dair yapılan tüm tartışmalarda dinin önemli bir ağırlığı olduğu görülür. Çünkü Slavofillerin zihniyetinde kültür de derin dinî ve ruhanî değerlerden ayrı düşünülmemesi gereken bir olgudur.Din vurgusu nedeniyle, bu düşünce içerisinde Ortodoks Kilisesi’ne de büyük önem verilmektedir. Kilise’nin Rusya’nın geçmişteki gücünün ve gelecekteki umudunun kaynağı olarak görüldüğü söylenebilir.Bu nedenle Slavofiller, gerçekleştirilen reformlarla Kilise’nin devlet karşısında düşürüldüğü durumdanda şikâyetçidirler. Slavofil düşüncenin zaman içerisinde bazı dönüşümler geçirdiği ve hatta felsefi bir düşünüş biçimi olmaktan çıkarak, bir politika aracı haline geldiği görülür. Bu çerçevede söylenebilecek ilk şey, Slavofilizmin tarihsel süreçte biri tutucu reformculuk, diğeri Panslavizm olmak üzere iki farklı kola ayrıldığıdır.Panslavizm de tıpkı üzerine inşa edildiği Slavofil düşünce gibi, aslında Batı karşıtıydı ve Rusya’nın çökmüş Batı’nın yıkıcı etkilerine, özellikle de liberalizmine ve soyut hümanizmine karşı korunması gerektiğini savunmaktaydı.Bununla birlikte, Panslavist düşüncenin Slavofilzm’den farklı olarak daha ziyade dış politik bir yönelim olduğu ve geniş bir emperyal vizyona sahip olduğunu belirtmek gerekir. Panslavistler, klâsik Slavofil düşüncenin ‘evrensel görev’ ya da ‘gerçek’ Hıristiyan ilkeleri türünden soyut kavramlarını reddetmekteydiler. Onlara göre devletler ve uluslar arasındaki ilişkilerde ‘göze göz, dişe diş’ kuralı geçerliydi. Slavofil düşünceden Panslavist siyasete geçişin en önemli nedenin Kırım Savaşı olduğu söylenebilir. Bu savaşın bir sonucu olarak, Rusya’da güney Slavlarının geleceğine yönelik yoğun bir ilginin başladığı görülür.Zaten Panslavizmin görünürdeki amacı da Slav kavimlerini tek bir çatı altında toplamaktır.Elbette böylesi bir birleşme, ancak Rusya tarafından gerçekleştirilebilirdi. Panslavist politikaların asıl hedefi ise hep Osmanlıve Habsburg gibi bünyesinde Slav toplumları bulundurulan devletler olmuştur. Bu düşüncenin altın çağlarını yaşadığı dönem, 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı yıllarıdır. Bu dönemde, Pan-Slavist düşüncenin ‘yurtsever’ emperyalizm ile iç içe geçtiği görülür.Rus Panslavist düşüncesinin ilk ve belki de en sistemli açıklamasını yapan kişi olan N. Danilevskii (1822–1885) klâsik Slavofil düşünceye uzak olmasına rağmen, ondan bazı noktalarda faydalanmıştı. Bilindiği üzere, Slavofilizm devleti ‘kaçınılmaz kötülük’ olarak gören bir öğretiye sahipti. Danilevskii, Rusya’nın yöneteceği güçlü bir ekonomik ve askerî federasyonun kurulmasını isteyen bir programa, böylesi bir öğretinin ters düşeceğinin farkındaydı. Bu nedenle, öncelikle Slavofilizmin devlete ilişkin görüşlerini devreden çıkarma yoluna gitmiştir. Evrimin doğal yasaları dışında hiç bir engel tanımayacak olan güçlü bir devlet yaratılmasını savunan Danilevskii, Slav fikrini sağlam temelle re oturtmuş ve onu, bir anlamda romantik Slavofilizmin ‘mistik’ iyimserliğinden kurtarmaya çalışmıştır. Danilevskii’ye göre Hıristiyan etiği, ancak bireysel alanda bağlayıcı olabilirdi. Devletlerin ve ulusların kendi dünyevi çıkarlarının üstünde herhangi bir değer olamazdı. Dolayısıyla, siyasette idealizme ya da hümanizme yer yoktur ve tek kural, “göze göz, dişe diştir”. Batı karşıtı görüşleriyle dikkat çeken Danilevskii’ye göre, Avrupa ya da Roma-Germen medeniyeti bir gerileme dönemine girmiştir. Oysa Slavlar, çok şükür ki buraya ait değildir. Bunun en açık kanıtı ise Avrupa’nın Rusya’ya ‘bizden biri’ muamelesi yapmaması ve sırtını ona nefretle dönmesidir. Avrupa’nın, Rusya’nın saldırgan ve düşmanca olmayan tavırlarına rağmen ondan korkuyor olmasının nedeni ise tarafların birbirlerinden köklü bir biçimde farklı olmasındandır.Rus halkı, içinde Avrupa’nın Cermen-Romalı uygarlığıyla hiçbir ilişkisi olmayan yeni bir uygarlık türünün tohumunu taşımaktadır. Dolayısıyla, Rusların kaderi kendi hegemonyaları altında önceki tüm medeniyetlerden daha güçlü, çok yönlü ve tamamıyla yeni bir medeniyet yaratmaktır.Slavofil düşünce, Çarlık Rusya’sı sonrasında dönemde de Rus düşünce hayatında kendisine yer bulabilmiştir. Özellikle 1950 ve 60’lı yıllarda, çeşitli çevrelerde yapılan entelektüel tartışmaların bir neticesi olarak, Batıcılığın ve Marksist devrimciliğin yanı sıra Slavofilizmin yeni biçimlerinin de gündeme geldiği görülür. Neo-Slavofilizm olarak adlandırabileceğimiz bu görüşlerin, aşırı uçları hariç, erken dönem Slavofillerin iyimserliklerini değilse bile umutlarını paylaştığı, savunmacı bir milliyetçilik anlayışı taşıdıkları, Mesihçi ve yayılmacı olmayan bir dış politikayı savundukları söylenebilir. Neo-Slavofiller de tıpkı klasik Slavofiller gibi Rus halkının patriarşik, muhafazakâr, devrim karşıtı, komünal hayat yanlısı, dindar ve güçlü aile bağlarına sahip insanlardan oluştuğuna inanmaktadırlar. Ancak onlara göre bu özellikler komünist devrimle oluşan ortamda kaybolmaya başlamıştır. Neo-Slavofillere göre devrim, Rus halkını demoralize etmiş ve değerlerinden koparmıştır. Belki de bu nedenden ötürü, Neo-Slavofiller Batı’ya karşı klasik Slavofillerden daha ılımlıdırlar.Neo-Slavofil görüşler, Sovyet sonrası dönemde de varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Her ne kadar bu dönemde Rusya’nın yeni bir kimlik arayışına ilişkin en önemli tartışmalar Batıcılar ile Avrasyacılar arasında yaşanmış olsa da Rusların bu doğrultudaki ilk girişimi, Slavofil düşüncenin yeniden gündeme getirilmesi olmuştur. Hatta Batıcı görüş ve politikaların ilk uygulayıcılarından olan Kozyrev bile, bir Slav milletler birliği oluşturulması amacıyla Rusya’nın Doğu Avrupa ülkeleriyle olan eski fakat yakın bağlarını yenileme girişimlerinde bulunmuştur.Aslına bakılırsa, günümüz Slavofillerinin temel dış politik hedeflerinin Doğu Slav halklarıyla ilişkilerin yoğunlaştırılması ve onlarla bir birlik oluşturulması olduğu söylenebilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, neo- Slavofillerin istediği devlet, diğer uluslar için gelecekte güç kullanan saldırgan bir devlet değil, moral çekiciliği olan bir Rus-Ortodoks devletidir. Dolayısıyla, diğer ulusların Rusya’ya katılımı da güç kullanarak değil, gönüllü bir biçimde gerçekleşmelidir. Bu nedenle, başta Soljenitsin olmak üzere neo-Slavofillerin büyük bir bölümü Rus dış politikasındaki Mesihçi düşünceyi reddetmektedirler ve onu, emperyalizmin rasyonalitesi olarak görmektedirler. Rusya’nın tarihsel süreçteki emperyal yayılışı, bu düşünce içerisinde önemli bir eleştiri konusudur. Bunu en açık biçimde Soljenitsin’de görmek mümkündür. Dış politikadaki tüm saldırgan tavırları kınayan Soljenitsin, işgal edilmiş olarak nitelendirdiği tüm dış topraklardan geri çekilmeyive diğer devletlerle olan ilişkilerde, müdahaleci olmamayı önermektedir.
Sonuç
Rusya ile Batı’nın birbirlerinden bazı alanlarda ve belli ölçülerde farklı olduğu doğrudur. Bu nedenle, bu iki dünya arasında derin kültürel ve politik farklar bulunduğunun iddia edilmesi de anlaşılabilir bir şeydir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu farklılık vurgusunun ön plana çıkarılmasının temelinde, soyut-felsefi unsurlardan ziyade maddi-politik çıkarlar yatmaktadır. Çünkü Szeftel’in de belirttiği gibi, Rusya’yı tarihin her döneminde Batı’nın dışında kalan bir ulus olarak görmek gerçeklerle pek de örtüşmemektedir. Yani Rus tarihi, Avrupa’nın geri kalanından bütünüyle farklı değildir. Örneğin 18. yüzyılda merkantilizm ve serflik, tıpkı Rusya gibi, Avrupa’nın geri kalan bölgelerinde de varıdır. Sonraki yüzyılda, Rusya’nın Avusturya ve Prusya gibi Batı’nın Cermen devletleri ile mutlakıyetçilik, serflik ve devletin ekonomik yaşamdaki rolü gibi konularda genelde aynı değerleri paylaştığı görülmektedir. Bu dönemlerde Rusya, kültürel yaşam açısından da Batılı olarak nitelendirilebilecek bir durumdadır. Batı’dan ‘geride kalma’ durumu ise büyük ölçüde 1848 sonrası dönemde başlamıştır. Ancak bunun da uzun sürmediği söylenebilir. 1861’de serfliği kaldıran Ruslar, 1864’de yaptıkları hukuk reformuyla mutlakıyeti de yasal açıdan sınırlandırmışlardır. Her ne kadar 1878’den 1905’e değin Avrupa’nın Hıristiyan ulusları arasında mutlak monarşiyi koruyan tek devlet Rusya olmuş ise de bu ülkenin ekonomik ve hukuksal kurumları, sosyal sistemi ve kültürel faaliyetleri o dönem Avrupa’sının geri kalanıyla aynı ilkelere dayanmaktadır.Kısacası, 1917’ye değin devam eden bu süreçte Rusya, tarihî ve kültürel açıdan Avrupa’nın o kadar da dışında değildir. Benzer bir tespiti, Pushkarev’in de yapmaktadır. Ona göre Batı’da yapılan Rus tarihine ilişkin değerlendirmeler, genellikle buradaki hükümetlerin despotik olduğu, Rusların yaygın bir biçimde yabancı düşmanlığı yaptığı ya da Ruslar ile Batı arasında bir ‘demir perde’ bulunduğu şeklindeki bazı mesnetsiz varsayımlara dayanmaktadır. Aslına bu türden genellemelere gidilmesi ve Rus tarihinin bütünüyle böyle görülmesi hatalıdır. Yabancı düşmanlığı olarak adlandırılan durum, belki 16. ve 17. yüzyıl Moskova Devleti için geçerlidir; ama bu da ‘mekâna’ değil, ‘zamana’ bağlı bir şeydir. Zira bu dönemde ulusal duygular, din ile yakın bir ilişki içerisindedir ve farklı dinsel inançlar arasında bir hoşgörüden bahsetmek pek de mümkün değildir. Avrupa’da yaşanan Otuz Yıl Savaşları bunun en açık kanıtıdır. Ayrıca, Moskova’dan başlayarak Romanov hanedanlığı dönemine değin Batı, özellikle Rus üst tabakaları arasında her zaman için yaygın bir kültürel etkiye sahip olmuştur. 18. yüzyıl’dan itibaren bu kültürel bağımlılık ve hatta taklitçiliğin daha da ileri gittiği görülür. Tüm bu dönemler boyunca, Rusya ile Batı arasında ideolojik anlamda hep yoğun bir ilişki söz konusudur. Örneğin I. Nikolay devrinin (1825–1855) ideolojik anlamdaki en aktif entelektüelleri, Batı düşüncesinin iki farklı akımından, Alman idealist felsefesi ile Fransız sosyalist düşüncesinden etkilenmişlerdir. Kant ve Fichte ile başlayan ve daha sonra Schelling ile devam eden Alman idealizminin etkisi, birçok Rus aydınını içinden çıkaracak olan 1830’ların Hegelci Stankevich Çevresi’nin oluşumunu sağlayacaktır. Aynı yıllarda Herzen ve Ogarev gibi isimler etrafında, Saint-Simon ve Fourier gibi Fransız sosyalistlerinden etkilenen bir başka çevrenin daha oluştuğu görülür. Dolayısıyla, aslında 1917 öncesi dönemde Batı ile Rusya arasında hem ideolojik hem de kişisel anlamda, bazen kesintiye uğrasa bile, yoğun bir ilişki söz konusudur. Hâliyle ‘demir perde’ geleneksel bir şey değildir; sosyalist devrimin sonucudur.Rus düşüncesinde Batı’nın ötekileştirilerek ele alınmasının temel nedeninin ise sancılı bir süreç olarak cereyan eden Rus modernleşmesinin bu ülke üzerinde yaratmış olduğu sosyolojik ve psikolojik sorunlardır. Dolayısıyla, modernleşme ile gelenek arasındaki çatışmadan doğup geliştiğini söyleyebileceğimiz çağdaş Rus düşüncesinde Batı ve onun değerleri hep önemli bir tartışma konusu olmuştur. Koyré bu durumu, çağdaş Rusya’nın bütün düşünce tarihini tek bir olgu, yani Rusya ile Batı arasındaki ilişkiler ve çelişkiler belirlemiş ve yönlendirmiştir şeklinde ifade etmektedir.Bu süreçte, Rusya’nın içinde bulunduğu sorunlardan kurtulmasının yolunun modernleşmekten ve dolayısıyla Batılılaşmaktan geçtiğine inananların karşısına, oldukça güçlü bir gelenekçi entelektüel kesimin ortaya çıktığı görülür. Yerli ve Rus olan her şeyi yücelten bu kesimin kültür ve kimliğe ilişkin her türlü varsayımında Batı, bir bakıma kurucu dışarısı olarak işlev görmüştür. Haliyle bu düşünsel geri plan üzerine inşa edilen Rus dış politikası da en azından söylemsel düzeyde, Batı karşıtı bir duruş sergilemiştir. Dış politikaya yön veren asıl dinamiklere bakıldığında ise Rusya ile Batı’nın birbirlerinden köklü bir biçimde farklı olduğuna dair abartılı yaklaşımın gerçek zeminin maddî-politik nedenler olduğu görülecektir. Bunun en açık kanıtı, 1917’de gerçekleşen devrimden sonra yaşanan gelişmelerdir. Bilindiği üzere, 1917’den önce yapılan değerlendirmelerde ‘Batı’ aslında Batı Avrupa anlamında kullanılırken, ‘Rusya’ ve ‘Doğu’ terimlerinin birbirlerinin yerine kullanıldığına pek rastlanılmaz. Oysa 1917 sonrası dönemde Rusya ve Doğu terimlerinin politik açıdan adeta eş anlamlı hâle geldiği görülür. Buna karşılık, yine aynı dönemde Batı kavramının da öncelikle Amerika’yı ifade eden bir terim hâline dönüştüğünü belirtmek gerekir. Zaten bu dönemden başlayarak, Doğu ve Batı kavramları zamanla coğrafî anlamlarını neredeyse tamamen yitirecek ve ‘Batı dünyası’ ile Rusya arasındaki küresel rekabetin karakterini ifade eden bir niteliğe bürünecektir.Görüldüğü üzere, Rusya ile Batı arasında var olduğu kabul edilen zıtlık, aslında politik gerekçeleri olan ve çoğu zaman ve durumda politik çıkarların ifade edilmesi açısından bir kılıf ya da meşruiyet unsuru olarak işlev gören bir şey olmuştur.
*Dr., Uludağ Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü,